19 Temmuz 2024 Cuma

TÜRK İSLAM BİLİM ADAMLARI

 


Bize okulda kafasına elma düşen, hamamda duş alan vs. vs. adamları anlattılar da Avrupa'nın 600 sene üniversitelerinde okuttuğu kitaplarımızı, eserlerini anlatmadılar.

Âlimlerimiz....

1. Akşemseddin: Pasteur ’dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur.

2. Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan kitabı yazmıştır.

3. Ebul-Vefa: Trigonometri’de tanjant, cotanjant, sekant, kosekant ’ı bulan büyük alimdir.

4.Biruni: İlk defa dünyanın döndüğünü ispat etmiştir.

5. Ebu Kamil Şü’ca: Avrupa'ya matematiği öğretmiştir.

6. Ebu Ma’şer: Med-Cezir (Gel-Git) olayını ilk o bulmuştur.

7. Battani: Dünyanın en büyük kaşifidir. Trigonometrinin kaşifidir.

8. Cabir Bin Hayyan: Atomun parçalanabileceği ve sonuçları hakkında ilk kitabı yazmıştır. Atom bombasının fikir babası ve kimya biliminin atası büyük alim... 

9. Cezeri: 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır. 

10. Demiri: Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır.

11. Farabi: Ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır. Sesin fiziki izahını ilk defa o yapmıştır. 

12. Gıyasüddin Cemşid: Matematikte ondalık kesir sistemini ilk o bulmuştur.

13. İbn Cessar: Cüzzamın sebebini ve tedavisini 900 sene önce açıklamıştır.

14. İbn Hatip: Vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklamıştır.

15. İbn Firnas: Wright kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirdi.

16. İbn Karaka: 900 sene önce harika bir torna tezgahı yapmıştır. 

17. İbni Türk: Cebirin temelini atan bilginlerdendir. 

18. İdrisi: Yedi asır önce bugünkü ne çok benzeyen dünya haritası çizmiştir. 

19. İbni Sina: Eserleri Avrupa üniversitesinde 600 sene ders kitabı olarak okutmuştur. Tıbbın babasıdır. 

AVRUPA'ya göre adı: AVICENNA’dır !..

20. Kadızade Rumi: Yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uyarlamıştır. 

21. Kambur Vesim: Verem mikrobunu R. Koch’tan 150 sene önce keşfetmiştir. 

22. İbnünnefis: Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir. 

23. Piri Reis: 400 sene önce bugünküne en yakın haritasını çizmiştir.

Yıl 1913 Gülhanede bilimsel araştırma kurumu olan 

BAKTERIYOLOJIHANE-İ Osmaniyenin çalısmaları dünya çapında üne sahipti.

Öyle ki : Bu kurumda 

1) difteri serumu üretimi  

2) dizanteri serumu üretimi

3) tüberkülin üretimi 

4) mallein testi üretimi 

5) tifo aşısı üretimi yapılmaktaydı.

#MilliTeknolojiHamlesi 🇹🇷

12 Temmuz 2024 Cuma

DIAMOND TEMA MESELESİ VE HZ. MUHAMMED

 DIAMOND TEMA Meselesi halen sosyal medyada tartışılıyor Peygamberimize hakaret mi gerçeklerimi. Söyledi bunu tartışıyoruz ancak kimse şunu görmüyor Müslüman kitle peygamberimizin Hz. Ayşe ile evliliği hakkında asıl gerçekleri bugüne kadar neden topluma anlatmadı bu tam anlamıyla rezalettir. Peki asıl gerçek nedir? Cahiliye dönemi arapları kız çocuklarının yaşını buluğ çağına girince yazmaya başlarlardı  bu gerçeği  Müslümanlar anlatmassa İslam düşmanı kimselerin eline malzeme verip İslamın peygamberini çocuk tacizcisi iftirasına maruz bırakırsın islama  düşman olan ya da düşman olmasa bile mesafeli olanlar bunu istismar ediyor. Kimi gerçeği bilmesine rağmen ya anlatmıyor ya da  kasten çarpıtıyor.  Müslümanlar daha kendi kutsal kitabını bilmiyor çünkü kendi anadilinde okumuyor. Okumadığı içinde araştırmadığı içinde müslüman olmayan araştırmacılar kendi kafalarına göre anlatıyor Ey Müslüman sen kendi peygamberine hürmet edip onu doğru bir şekilde nesillerine anlatmassan müslüman olmayan şahsiyetler  sana neden hürmet etsinki maalesef üzülerek söylüyorum Dıamond  Tema meselesi Müslümanlarının düştüğü rezil durumun özetidir.  Bu  rezil  durumdan kurtulmak için peygamberimizi ve ogünkü arapların durumunu anlatmamız  kutsal  kitabımız  kuranı  kerimi  anadilimizde  okumamız   türkçe  olarak insanımıza   öğretmemiz  gerekiyor. 

Peki asıl gerçek NEDİR? 

1. 1400 sene önce doğumda sağlıklı bir kimlik tespiti yapılmadığı için çoğu kez insanların ölümlerinden hareketle doğum yaşları tespit edilmeye çalışılmıştır. Hz. Aişe hakkındaki tespitte de hem ablası olan Hz. Esma ve hem de Hz. Fatıma'nın yaşından yararlanılmıştır.

2. Hz. Esma, Hz. Aişe'nin baba bir kardeşidir. Hz. Esma, Hz. Aişe'den 10 yaş büyüktür. Yani Hz. Aişe ablası, Hz. Esma'dan 10 yaş küçüktü. Hicret sırasında evli olan Hz. Esma, Abdullah'a hamileydi. Hz. Esma bu dönemde 27 yaşındaydı. Hz. Esma Hicri 73 yılında vefat ettiğinde ise 100 yaşındaydı. Bu durumda Hz. Aişe'nin Peygamberimizle evlendiğinde yaşı 17 civarındaydı. Hz. Esma 27, Hz. Aişe 17 yaşındaydı. Bu husustaki bazı tarihi kaynaklar şöyledir: (Hilyetül Evliya, 2/56; Mucemu's-Sahabe, Ebu Nuaym: İstiab: İbn Abdil Berr, 4/1783; Tarihı Dımeşk, İbn Asakir, 8/69: Usdulğabe, İbn Esir, 7/12: İsabe, İbn Hacer, 7/478; Tehzibul Kemal, 35/125; Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, 210)

3. (Hz. Aişe daha önce sözlüydü.)

Hz. Aişe, Peygamberimizle Mekke'de sözlendi, Medine'nin ikinci senesinde (Hicretten sonra) evlendi. Hz. Aişe, Peygamberimizle sözlenmeden önce Cübeyr bin Mutim ile nişanlanmıştı. İslam gelip Hz. Ebubekir Müslüman olunca da müşrik olan Cübeyr nişanı bozdu. Hz. Peygamber (SAV) ile sözlenme de bundan sonra oldu. Bütün bunlara bakınca Hz. Aişe'nin Medine öncesi hayli olgun yaşta olması gerekiyor. Herhalde küçük yaşta, yani gelin olacak yaşa gelmemiş birisi için bu süreçten bahsedemeyiz. Hz. Aişe'nin Peygamberimizle sözlenmesinden önce başka biriyle sözlü olduğunu ve o kişinin İslama olan nefretinden dolayı nişanı bozduğunu unutmamak gerekir.

4. Bazı kaynaklara göre Hz. Aişe ile Hz. Fatıma yaşıttılar. Hz. Fatıma'nın doğumu ise Peygamberliğin ilanından 5 yıl önceydi. Buna Mekke'deki 13 yıl eklenirse Hicret sırasında Hz. Fatıma'nın yaşı 18 civarındaydı. Hz. Aişe'nin de yaşı -Medine'de evlendiğine göre- 20 yaş civarındaydı. Hz. Fatıma'nın da Medine'de evlendiği göz önünde tutulursa onun da yaşı 20 civarındaydı. 5. Bilindiği gibi sıcak iklimlerde evlilik daha genç yaşlarda olmaktadır. Bu da alışılagelmiş bir gelenektir. Mekke-Medine ve benzeri coğrafyalarda durum böyledir. Elbette makul bir yaş şartıyla.

6. (Bu evliliği dost-düşman onayladı.)

Hz. Peygamber (SAV) Medine'de Hz. Aişe ile evlendiğinde Medine'de Müslümanların dışında yığınla farklı din mensubu vardı. Paganlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri. Fakat hiçbiri bu evliliği eleştirmedi. Zira ortada eleştirilecek, dile dolanacak bir durum yoktu. Medine'de olan ve İslam'a düşman olan ve İslam'ın aleyhine sayılacak her şeyi kullanma becerisi gösteren bu kesimler; bu evlilikle ilgili hiçbir tenkitte bulunmamışlardır. Bu da gösteriyor ki Hz. Peygamber eşi Hz. Aişe ile uygun yaşta evlenmiştir. 

Hepsinden daha ilginci şudur: Oxford Üniversitesinde İslam Tarihi uzmanı olan Joshua Little'ın hazırladığı doktora tezinde şu sonuca varıldı: Hz. Aişe'nin Peygamberimizle evlendiğinde 9 yaşında olduğu iddiası tarihsel gerçeklerle uyuşmamaktadır. Böyle bir iddianın İslamafobik kurgularla dillendirildiğini söyleyen Joshua rivayete ayrıca bir ravi açısından da tenkit yöneltmiştir. İlginç olan husus şu: Hz. Aişe'nin evlendiğinde uygun yaşta olduğunu gayrimüslim bir uzmanın seslendirmesi; adı Müslüman olan yığınla insanın ise bu hassasiyeti göstermediğidir.

9. Hz. Aişe en çok hadis rivayet eden bir isimdir. Hz. Peygamberin aile yaşantısını biz en çok ondan öğreniyoruz. Genç yaşta Hz. Peygamberle olan evliliğinden sonra yıllarca yaşadı. Ve hep konuştu. Elbette birçok kesimi rahatsız edecek bilgilerin önünü Müslümanlara açtı. Bu tür algılarla hem onu ve hem Hz. Peygamberi yıpratmaya çalışıyorlar.




29 Haziran 2024 Cumartesi

BEN DEMİYORUM ÖMER SEYFETTİN DİYOR.



OSMANLIYI SEVMEYEN, ELEŞTİRENLER "PİÇ".
Ömer Seyfettin asker bir yazardır, İstiklal savaşında birçok cephede savaşmıştır. Filistin cephesinde olan hatırasını okuyalım:
"Almanların yenilmesiyle savaş bitmiş mütareke imzalanmıştı Filistin’den çekiliyorduk bir kaç arkadaş subayla karşı tarafın subaylarıyla çekilme işlerini görüşmek için görüşmeye gittik. Karşı tarafta Fransız üniformalı bir subay bana sık sık bakıyor gözünü benden ayırmıyordu. Ben buna bir mana veremiyordum.
Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve nasılsın Ömer Seyfettin dedi. Beni nerden tanıyorsun ben bir yüzbaşıyım öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim dedim.
Ömer ben seninle İstanbul da askerî lisede beraber okudum ben falancayım deyince hayretler içinde baktım hatırladım. Hep dini Kur'an-ı eleştiren Osmanlıyı devamlı kötüleyen vatan bayrak sevgisi olmayan bir öğrenci idi amma yine de Fransız subayı olması normal değildi.
Peki, nasıl böyle oldun dedim.
Dedi ki: Ne zaman bir savaş olsa Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Türkler kaybetse zarar görse içimde bir sevinç oluyordu, çoğu zaman kendimi ayıplıyor neden böyleyim diyordum. Bir gün Anneme ısrarla bunun sebebini sordum.
- Dayanamayacağım anlatayım dedi. İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız doktor vardı hastaneye gidip gelirken onunla birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun babanın bundan haberi olmadı, şimdi sen öğrendin dedi.
Zaten babam zannettiğim çoktan ölmüştü. O hastaneye gittim şu tarihte burada çalışmış şimdi Fransa’ya dönmüş olan şu isimli doktorun adresi var mı dedim, adresi verdiler. Fransa’ya gittim babamı buldum. Olanları, Annemin sözlerini söyledim. Her şeyi unutmadım, anneni gerçekten sevmiştim dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı. Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım Ömer Seyfettin dedi.
Şimdi ben milletini bayrağını dinini eleştirenleri gördükçe acaba onlar da böyle piç mi diye düşünüyorum.???
Ömer Seyfettin

13 Ekim 2023 Cuma

ŞAŞIRDIM KALDIM DÜNYA DÖNDÜ TERSİNE

Asgari ücretle çalışan değil de
Bankada milyonu olanlar isyanda.
At ile merkep ile gezen değil de
Altında arabası olan isyanda.

Değerler alt üst, dünya âlem şaşırmış.
Fakir, soğan ekmekle bulgur pişirmiş,
Zengin yiye yiye, göbeğin şişirmiş.
Kuzu budu pirzola yiyenler isyanda.

Elindeki telefonu en son model,
Geziyorlar, sahil sahil, otel otel.
Şükreder yırtık elbise, nasırlı el,
Parmağında bal yalanyanlar isyanda.

Dün ekmek bulamayan garip gureba,
Bugün, beğenmez olmuş markasız araba.
Tenezzül etmiyor bir selam sabaha,
Sonradan görme, nice nankör isyanda.

Ben mi uyudum, yoksa dünya mı deyişti?
Soğukla sıcak, bir yerde mi kesişti?
Anlamadım valla bu nasıl bir işti!
Garipler deyil de, sefa sürenler isyanda.

Kimi şükür diyor, kimi yok yok sofrada.
Kimileri boğulmuş, mal mülk varlıkta.
Kiminin gözü aç, milyon var bankada,
Su içen deyil, zıkkım içen isyanda... 


20 Temmuz 2023 Perşembe

VEHHÂBÎLİK



On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında ortaya çıkan, on dokuzuncu yüzyılda geniş bir bölgeyi etkisi altına alan dînî ve siyâsî bir akım. Kurucusu Şeyh-i Necdî diye de anılan Muhammed bin Abdülvehhâb’dır. Benî Temîm kabîlesine mensûb olan ve 1699 (H. 1111) senesinde Necd gölündeki Hureymile kasabasına bağlı Uyeyne köyünde doğan Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kurduğu bu akıma Vehhâbîlik; ona tâbi olanlara da Vehhâbî adı verilmektedir. Muhammed bin Abdülvehhâb, önceleri seyahat ve ticâret için Basra, Bağdâd, İran, Hind taraflarına gitti. Şam’da tahsîl yaptı. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan görüşler ileri süren İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okudu ve fikirlerinin te’sirinde kaldı. 1730’da Necd’e dönerek köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara mutezile ile diğer bid’at fırkalarından aldığı kendi düşüncelerini de karıştırdı. Fikirlerini önce kendi bölgesinde yaymaya çalıştı. 1744 senesinde Riyâd yakınlarındaki Der’iye kasabasına yerleşti. Der’iye ahâlisi ile şeyhleri olan Muhammed bin Suûd buna tâbi oldular. Der’iye şeyhi Muhammed bin Suûd’la işbirliği yaparak çevreden güçlü bir destek sağladı. Kendi düşünce ve görüşleri doğrultusunda hareket etmeyen müslümanları, tevhîd yolundan ayrılmış birer müşrik kabûi edip, bunların kanlarının ve mallarının helâl olduğunu bildirdi. Kendisine kâdı, Muhammed bin Suûd’a hâkim ismini vererek gelecekte çocuklarının bu makama geçmelerini te’min eden bir kânun hazırlattı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem ve başka peygamberleri ve evliyâyı vesile ederek Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) dedi. Böylece binlerce İslâm âlimine muhalefet etti.
Necd halkı, Vehhâbîlik akımını sür’atle benimsedi. 1745-1765 seneleri arasında geçen yirmi yılda, Necd bölgesinin tamâmına, Asır ve Yemen’in iç bölgelerine hâkim olan Vehhâbîler, fikirlerini kabul etmeyip karşı çıkanlara harb ilân ettiler. Mekke ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini ikna etmek için adamlar gönderdiler. Ehl-i sünnet âlimleri onların fikirlerine karşı çıktılar. Mekke emîri olan Şerîf Mes’ûd bin Sa’îd, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ve adamlarının müslümanları yavaş yavaş Ehl-i sünnet itikadından uzaklaştırdıklarını anlayarak, Mekke âlimlerinin verdiği fetva ile bunların habs edilmelerini emretti. Aralarında Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb’ın da yer aldığı Hicaz’daki Ehl-i sünnet âlimleri, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kitablarını inceleyerek, uygun olmayan fikirlerine cevaplar hazırladılar. Yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Bu kitaplar Vehhâbîleri uyandırmadığı gibi, Ehl-i sünnet olan müslümanlara karşı düşmanlıklarını arttırdı. Niyeti, Hicaz ve Irak bölgelerini ele geçirip ayrı bir devlet kurmak olan Muhammed bin Abdülvehhâb, 1765 yılında ölen Muhammed bin Suûd’un yerine geçen oğlu Abdülazîz bin Muhammed’le işbirliği yaparak, zekât ve öşür toplamak bahanesiyle dolaştığı köy ve kasabalarda, kendilerine karşı gelen sünnî ulemâyı öldürmeye başladı. Etrafında pek çok tarafdârının toplandığını gören Abdülazîz bin Muhammed, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın da uygun görmesiyle hilâfetini îlân etti. Sonra da kabîle reislerini toplayıp kendilerine; “Ben istediğimi elde edecek kadar askere sahibim. Maksûdum, hilâfet merkezimiz olan Der’iye’den çıkıp, uğradığım yerleri de kendime tâbi kılarak, doğru dini tâlim ede ede Bağdâd’a kadar giderek orasını ele geçirmektir. Bir taraftan da Ehl-i sünnet ulemâsı geçinen müşrikleri ortadan kaldıracağım. Çünkü, bulundukları memleketlerde bize tâbi olanların rahat yüzü görmelerine imkân yoktur” dedi. Etrafında toplanan kabîle reisleri, ona tâbi olacaklarına dâir söz verdiler ve elini öpmek suretiyle bîât ettiler. Abdülazîz bin Muhammed bunun üzerine; “Şu hâlde mezhebimizi her tarafta yaymaya ve halkı müslüman adı altındaki müşriklere karşı savaşa sevk etmeye başlayın” emrini verdi.
Hâdise duyulunca, Der’iye bölgesindeki sünnî âlimler Bağdâd’a giderek durumu Bağdâd vâlisi Süleymân Paşa’ya anlattılar. Süleymân Paşa mes’eleyi iyice anlamadan harekete geçmek istemediği için, Abdülazîz’e bir mektûb göndererek maksadının ne olduğunu sordu. Abdülazîz ise, yazdığı mektûbda, Süleymân Paşa’y oyalayıcı ve kaçamak cevaplar yazdı. Diğer taraftan da İslâm dünyâsına hâkim olmak için evvelâ Mekke ve Medine’yi ele geçirmek gerektiğini düşünüp, bir hayli asker toplayarak Mekke şerifine başvurdu ve hac müsâdesi istedi. Mekke şerîfi, maksadını bildiği için isteğini reddetti ve bir mikdâr asker toplayarak Der’iye üzerine yürüdü. Abdülazîz bin Muhammed ona karşı çıkmaya cesaret edemeyerek dağlara çekildi. Bu sırada Muhammed bin Abdülvehhâb öldü.
Abdülazîz bin Muhammed, 1795 senesinde Mekke’ye üç vehhâbî gönderdi. Mekke’de yapılan toplantıda, Ehl-i sünnet âlimleri âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle cevâb verince, üç vehhâbî bir şey söyleyemeyerek hakkı kabûl etmekten başka çıkar yol bulamadılar. Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, kendilerinin yanlış yolda olduklarını yazarak üçü de imzaladılar. Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîleri cevap veremeyecek hâlde bırakınca; Mekke’deki vehhâbî din adamları, Der’iye’ye Abdülazîz’in yanına gelerek cevab veremediklerini, böyle inanmanın İslâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlattılar. Bu durumu öğrenen Abdülazîz bin Muhammed, 1800 senesinde hazırladığı kuvvetlerle Mekke üzerine yürüdü.
Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlib Efendi, vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı. Fakat Mekke etrafındaki Arab kabîleleri vehhâbî oldular. Mekke şerîfi, Tâif kalesini tamir ettirip Mekke dağlarına burçlar yaptırdı.
Abdülazîz bin Muhammed, oğlu Suûd’u büyük bir orduyla Irak’a gönderdi. 1802 senesi Muharrem törenleri sırasında Kerbelâ’ya giren bu ordu, pek çok şiîyi kılıçtan geçirdi. Hazret-i Hüseyin’in türbesindeki altın ve gümüş eşyayı iki yüz deveye yükleyip Der’iye’ye getirdiler.
Bu sırada Abdülazîz bin Muhammed de Tâif’i muhasara için faaliyete geçti. Civardaki kabîlelerle temas kurup onlara kendi inancını kabul ettirdi. Bu sırada Der’iye Câmii’nde bir şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü. Yerine oğlu Suûd geçti. Suüd hemen o sene iki bayram arasında Tâif üzerine asker göndererek şehri muhasara ettirdi. Şerîf Gâlib Efendi tarafından müslümanlara işkence yapmamaları hususunda sözleşme yenilemek üzere, Suûd bin Abdülazîz’e gönderilen Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî de Mekke şerifine isyân edip, Suûd bin Abdülazîz’le birlik oldular. Suûd, Der’iye’den hazırladığı kuvvetleri bunların emrine verdi ve Tâif üzerine gönderdi. Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî Tâif yakınındaki Abîle denilen yere geldikleri sırada, Şerîf Gâlib Efendi’ye mektup yazıp, Suûd ve kendilerinin daha önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Suûd’un Mekke’yi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif Gâlib Efendi cevap yazarak tatlı sözlerle nasihat ettiyse de Osman el-Müdâyıkî bu mektubu yırttı. Emir’in gönderdiği müslümanlara saldırıp, onları bozguna uğrattı. Şerîf Gâlib Efendi, Tâif kalesine çekilip savunma tedbirleri aldı. Osman el-Müdâyıkî Taife yakın Melîs denilen yerde karargâhını kurdu. Bîşe emîri Salim bin Şekbân’ı da yardıma çağırdı. Şerîf Gâlib Efendi Tâiflilerle birlikte Melîs’deki vehhâbîler üzerine saldırdı. Salim bin Şekbân’ın bin beş yüz askerini kılıçtan geçirdi. Salim ve yanındaki kalanlar kaçtı. Fakat tekrar toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar ve ahâlinin mallarını yağma ettiler. Şerîf Gâlib Efendi, yardım almak için Cidde’ye gitti. Tâifliler korkup, çoğu çoluk-çocuğunu alıp gizlice kaçtılar. Kalede kalan Tâifliler ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan kaleye teslim bayrağı çektiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler.
Şubat 1803’de Tâifi ele geçiren vehhâbîler, şehir halkını öldürerek mallarını yağmaladılar. Şehir ve etrafındaki mezarları ve türbeleri yıktılar. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem amcasının oğılu Abdullah bin Abbâs’ın muhteşem türbesini yerle bir ettiler. Bir çok dînî kitapları yaktılar.
Sonra Mekke üzerine yürüdüler. Fakat hac mevsimi olduğu için şehre girmeye cesaret edemediler. 1803 senesi Muharrem ayında Mekke’ye giren vehhâbîler, inançlarını yaydılar. Kabir ziyaret edenleri, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini bildirdiler. Daha sonra da Şerîf Gâlib Efendi’yi yakalamak üzere Cidde’ye gittiler. Şerîf Gâlib Efendi’nin hücumları karşısında bozularak Mekke’ye geri döndüler. Halkın isteği üzerine Şerîf Gâlib Efendi’nin kardeşi Şerîf Abdülmu’în Efendi’yi Mekke’de emir bırakıp Der’iye’ye gittiler. Daha sonra Cidde’den topladığı kuvvetlerle Mekke’ye gelen Şerîf Gâlib Efendi, emirliği tekrar aldı.
1805 senesinde Mekke’yi yeniden ele geçiren vehhâbîler, Medîne’yi de ele geçirerek kuzeye yöneldiler. Hâkimiyet sahalarını Haleb’e kadar genişlettiler.
Osmanlı Devleti’nin iç mes’elelerle uğraştığı bir zamanda zuhur eden vehhâbîlik yayılmaya başladığı zaman, İran şahı Nâdir Şâh’ın şark hudutlarını tehdîdi yanında, Rusya ve Avusturya hücumları da devam ediyordu. Suriye’de Cezzâr Ahmed Paşa, Mısır’da Memlûklülerin isyânları, Fransızların Mısır’a girmeleri, Tepedelenli Ali Paşa, Pazvandoğlu, Belgrad dayısı isyânları, Sırp ayaklanması ve Nizâm-ı cedîd hareketleri de vuku bulmuştu. İşte bu sebeplerle Devlet vehhâbîlerle uğraşmaya imkân bulamadı. Vehhâbîlik hareketinin yayılması ve devletin bütünlüğünü tehdîd eder duruma gelmesi üzerine Osmanlı hükümeti, hareketi bastırmak üzere Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı vazîfelendirdi. Mehmed Ali Paşa, oğlu Ahmed Tosun Paşa kumandasındaki, bir Mısır ordusunu 1 Mart 1811’de gemilerle Yenbu limanına doğru yola çıkardı. Bu ordu, 2 Aralık 1812’de Medine’ye girdi. 23 Ocak 1813’de Mekke, bir kaç gün sonra da Tâif alındı. Mehmed Ali Paşa Kabe’nin anahtarlarını, diğer mukaddes emânetlerle birlikte oğlu Kâmil İsmâil Paşa ile İstanbul’a yolladı. Sultan İkinci Mahmûd Han başarıları sebebiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı ve oğlu Ahmed Tosun Paşa’yı mükâfatlandırdı.
Suûd bin Abdülazîz 27 Nisan 1814’de Der’iye’de ölünce, yerine oğlu Abdullah geçti. Bu sırada Ahmed Tosun Paşa da vefât ettiğinden, Hicaz birlikleri kumandanlığına kardeşi İbrâhim Paşa tâyin edildi. İbrâhim paşa, Der’iye’yi beş ay kuşattıktan sonra, Eylül 1818’de ele geçirdi. Yakalanan Abdullah bin Suûd Medine’ye getirildi. Dört oğlu, hocası, iki kâtibi ve dîvancısı ile birlikte elleri bağlı olarak İskenderiye üzerinden İstanbul’a yollandılar. Muhakeme edildikten sonra, Topkapı Sarayı kapısı önünde îdâm edildiler. Böylece Osmanlı Devleti için vehhâbîlik mes’elesi hâlledilmiş gibi olduysa da, 1824’de o soydan Terkî bin Abdullah ortaya çıkarak vehhâbîlere baş oldu. 1833’de Suûd’un oğlu Meşâri, Terkî’yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin oğlu Faysal da Meşşârî’yi katledip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yeniden gönderdiği askerlere karşı koymak istediyse de mirliva (tuğgeneral) Hurşid Paşa’nın eline geçerek, Mısır’a gönderildi ve habs edildi.
Suûd’un Mısır’da bulunan oğlu Hâlid Bey, Der’iye emîri yapılarak Riyâd’a gönderildi. Mısır’da Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet itikadında, nâzik bir zât olan Hâlid Bey, bir buçuk sene emirlikte kaldı. Abdullah ibni Sezyan adında biri, Osmanlı Devleti’ne sâdık görünerek bir çok köyü ele geçirdikten sonra ansızın Der’iye’ye saldırıp Necd emîri oldu. Hâlid, Mekke’ye kaçtı. Mısır’da hapiste bulunan Faysal, Cebel-i Semr emîri İbnürreşîd’in yardımı ile kaçarak Necd’e gidip İbn-i Sezyan’ı öldürdü. Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacağına yemîn edince 1843’de Der’iye emîri yapıldı. 1865 senesinde ölünceye kadar vadinde durdu ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı. Faysal ölünce büyük oğlu Abdullah Necd emîri yapıldı. Kardeşi Suûd Bahreyn adasından topladığı kimselerle 1871’de isyân etti. Fakat Abdullah Osmanlı Devlet’nin bir emîri olduğu için altıncı ordu kumandanlarından ferik (tümgeneral) Nafiz Paşa, Suûd’un üzerine gönderildi. Suûd ve ona bağlı olan kimseler, 1874’de tamamen te’sirsiz hâle getirildi. Necd ülkesi rahat ve huzura kavuştu. Yemen ve Asîr taraflarındaki vehhâbîler de itaat altına alındı. 1888’den sonra Muhammed İbnürreşîd, Necd’i ele geçirerek Abdullah’ı esir aldı. 1897’de Muhâmmed İbnürreşîd’in vefâtından sonra yerine biraderi oğlu Abdülazîz er-Reşîd geçti. Vehhâbîliğin yeniden zuhûru için çalışan Abdülazîz İbnürreşîd, 1901’de Kuveyt’den Riyâd’a gelen Abdülazîz bin Abdurrahmân bin Faysal tarafdârlarınca öldürüldü. 1915 senesinde Osmanlılar işe karışarak Abdülazîz İbn-üs-Suûd, Riyâd kaymakamı tâyin edildi. Sonra Reşîdlilerle Suudiler arasında Kasîm’de yapılan harpte Abdülazîz bin Abdurrahmân mağlûb oldu ve Riyâd’a çekildi. 17 Haziran 1918’de Abdülazîz bin Abdurrahmân bir beyanname neşr ederek, Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlara karşı cihâd ediyorum diyerek Mekke ve Taife hücum etti ise de başarı sağlayamadı. 1924’de İngilizler Mekke emîri Şerîf Hüseyin Paşa’yı yakalayıp Kıbrıs’a götürünce, Abdülazîz bin Abdurrahmân, 1924’de Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. 1926’da Hicaz ve Necd kralı ünvânını aldı. 1927’de İngiltere ile imzaladığı Cidde anlaşmasıyla bağımsızlığını îlân etti. 1932’de devletin adını Arab Suudî Krallığı olarak değiştirdi.
Dînî ve siyâsî bir görüş olarak vehhâbîliğin temel esasları şöyle özetlenebilir:
Ehli sünnet ile aralarındaki temel farkın tevhid anlayışı konusunda olduğunu savunan vehhâbîler, bu hususu belirtmek için kendilerini muvahhidûn (muvahhidler) olarak adlandırırlar. Onlara göre tevhîd inancı; kalble, dille ve amelle gösterilmelidir. Bunlardan biri eksik olursa, o kişi müslüman değildir. Yâni amel ve ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbilere taksim etmelidir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen sıfatları ile, el, yüz, ayak, kürsî v.b. ifâdeleri vücûdî şekiller içinde anlarlar. Yâni teşbih ve tecsîme, (insana benzetip cisimlendirme) giderler. Çünkü onlara göre âyet-i kerîmeler te’vil edilmeksizin zahir mânâlarıyla alınmalıdır. Allahü teâlâdan başkasından şefaat (yardım) dilemek şirktir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarlarını ziyarette bulunup, bunları vesile ederek duâ eden, İslâmiyet’ten çıkar. Buna tövbe etmeyenin öldürülmesi caizdir. Tarikata girmek, bir mürşidi sevmek, tasavvufa yönelmek bid’attır, yâni sapıklıktır.
Kur’ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyye dışındaki her şeyi bid’at olarak vasıflandıran ve Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şeriflerden sonra delillerin iki kaynağı olan icmâ ve kıyâsı reddeden, fıkhı mezheplerin imâmlarının mutlak otoritesini kabul etmeyen, Eshâb-ı kiramın bile dinde selâhiyetli olmadığını ileri sürerek mezheb veya mezheb imâmına bağlanmayı, dîni anlamamak ve küfre sapmak gibi değerlendiren vehhâbîler, en büyük bid’at olarak mezar ve türbe yapılmasını, buraların ziyaret edilmesini kabul ederler. Mezarlar üzerine türbe yapmak, türbelerde namaz kılmak, orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhuna sadaka adamak uygun değildir derler. Bu yüzden Arabistan’daki mezar ve türbeleri yıkmışlardır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hırka ve sakal-ı şerîfinin ziyaret edilmesini şirk sayarak yasaklamışlardır. Namazın mutlaka toplu ve mescidde kılınması gerektiği inancındadırlar. Zikri ve nafile namazı yasaklamışlar, vakıf kurumunu da bâtıl saymışlardır.
“Emr-i bil-mârûf ve nehy-i anil münker, imâmın veya emîrin vazifesidir” diyen vehhâbîler, amelde Hanbelî mezhebine bağlı olduklarını ileri sürer, îtikâdî konularda selefî olduklarını söylerler. Daha çok İbn-i Teymiyye’nin fikir ve görüşlerinin te’sirinde kalan vehhâbîliğe karşı çeşitli reddiyeler yazılmıştır. Muhammed bin Abdülvehhâb’ın babası, oğlunun arkasından gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb Es-Savâik-ı ilâhiye fî reddi ale’l-Vehhâbiyye, Mekke müftisi Ahmed Zeynî Dahlân da Hulâsât-ül-kelâm adlı eserinde Vehhâbîlerin yanlış yolda olduklarını vesikalarla isbât etmişlerdir. Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pek çok kitaplar yazılmıştır. Vehhâbîlik hakkında bir çok Türkçe kitaplar da neşr edilmiştir.
1) Târih-i Vahhâbıyân (Eyyûb Sabri Paşa, İstanbul-1296)
2) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 308
3) Hulâsât-ül-Kelâm (A. Zeyni Dahlân); sh. 299 v.d.
4) El-fütûhât-il-İslâmiyye: cild-2, sh. 228
5) Es-Savâik-ul-İlâhiyye (Süleymân bin Abdülvehhâb, İstanbul-1988)
6) Kıyamet ve Âhiret; sh. 335
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 419
8 ) Târih-i Cevdet; cild-7, sh. 201
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 366
10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2869
11) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 441
12) Mekke-i Mükerreme Emirleri; sh. 115
13) Vehhâbiliğin İç Yüzü (Trc. A. Fârûk Meyan, İstanbul-1976)
14) Berâet-ül-Eş’âriyyin (Ebû Hâmid bin Merzûk, Beyrut-1975)

25 Ocak 2023 Çarşamba

SARAYDAKİ CASUS




⚫ İşin Aslı
İnsanoğlu için ŞEYTAN ne ise
İNGİLTERE O'dur
Arminius Fredick Vambery
Macar Yahudisi
İngiliz casusu
Budapeşte Üniversitesi’nde
1870’te
Dünyanın ilk Türkoloji kürsüsü profesörü
Osmanlı yıkılmadan önce
Gazeteci kimliği ile
Osmanlı topraklarına gelmiş
Ve İttihak ve cemiyette
Büyük rol oynamıştır !..
* * * * *
●Ama yaşadığı ilginç bir olay var
Görevi gereği Orta Asya'ya gidip
O bölgedeki yahudileri
Göç'e zorlamak için harekete geçer
Ama O dönem ajan kimliği ile
Yolculuk yapması tehlikeli
8 dil biliyordu
Hac mevsimi müslüman kılığına girerek Hacıların arasına katılır
Hacılardan biri durumu farkeder
Dönemin valisine şikayette bulunur
Bir din adamı çağırırlar
Vambery'i teste tabi tutacaklardır
Sorular ve cavaplardan sonra
Ajanımızı test eden din adamı der ki
"Bu benden daha bilgili"
Ajanı şikayet eden
Hacı adayı ise iftira atmaktan
"İdam edilir"
Bu hikaye daha sonra
Bizzat kendisinin yazdığı
"Sahte dervişin Orta Asya gezisinde"
Bulunur !..
* * * * *
●Özetle
Düşmanı iyi tanımak dediğimiz
Olgu budur
Bizler bırakın düşmanı
"İnandık" dediğimiz kitabı dini
Kendi tarihimizi bilmiyoruz
Ve adam üstelik
Müslümanlarla alay ediyor
Bu hikayeyi kendi kitabında
Yazmayı ihmal etmiyor


Tüm ifadeler:


 

1 Aralık 2022 Perşembe

DÜNYAYI DÜNYA YAPAN İÇİNDEKİ İNSANDIR


 


Can boğaza geldiğinde, ne doğrularınızın ve nede yanlışlarınızın size hiç bir fayda sağlamadığını anlayacaksınız...
Ancak ve ancak Allah için olan,
O'nun rızası ile birlikte kibirden şirkten küfürden hasetlik fesatlık ve gösterişten arınmış tertemiz bir kalp olduğunu yakinen kavrayacaksınız...
"Allah, mutlak hâkim ve kalpleri en iyi bilen değilmidir? Bu halimiz nedir böyle?
Kur'an'ı Kerim /Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz buyurur,/
Lakin, bizim ümmet olarak kendimize hayrımız kalmamıştı ki insanlığa nasıl hayrımız olsun...
Bu işin sonu nereye varacak ben bilmem. Birbirimizle boğuştuğumuz sürece bu ümmet kavramı ya ölmüş yada yer değiştirecek gibi...
Nede olsa hepside cümle ümmeti Muhammed değilmidir?
Kimisi daveti, kimisi de icabi...
Sanki biz icabet edeceğimiz yerde daveti ümmet konumuna düşmüş gibiyiz ne dersiniz?
Düşmanın amacını kavrayamamış düşmanı kendimize güldürüp birbirimizi tekfir eder olmuşuz..
Ve bunu da sureti haktan zanneder olmuşuz..
Ve bunun adına da bir kaç Ayet ve hadis diye koyar olmuşuz...
Bu ümmet gerçekten bizmiydik? Yoksa Allah rahmet eylesin onlar çoktan ölüp gitmiş bizde işi bitmiş olanlardanmıydık? Uyanın ve kendinize geliniz...
Sahi biz hangi adil olan bir devletin mahkemesinde adil olan hâkimlerdik?
Allah'tan korkup kendimize gelelim...
Bu iş bizim bildiğiniz gibi değildir.
Allah'ın bildiği gibidir.
"O" mutlak Hâkimdir...
Sübhanallahi vebi hamdihi
Selâm ve dua ile

29 Kasım 2022 Salı

PARAM YETMİYOR DİYENLERE!!

 



Eskiden insanlar unu çuvalla şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.Doğru. Eskiden böyleydi...Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu.
-Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
-Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu.Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez, mağaza açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı. Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu. Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı.Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı. -Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı. Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı.En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
-Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verirdi.
Aza kanaat etme diye bir deyim vardı.
Allah c.c bereketi üzerinize olsun.

5 Ağustos 2022 Cuma

MİLLİ ÜRETİMLERİMİZ NASIL ENGELLENDİ




Sene 1925 …

Alman­ya'ya on sekiz teknisyen ve Fransa'ya uçak mühendisliği öğrenimi için beş öğrenci gönderildi.

15 Ağustos 1925… Türkiye'de ilk uçak fabri­kası Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi (TOMTAŞ) faaliyete geçti. Kayseri'de kurulan fabrika dünyanın en büyük fabrikalarından birisiydi. Fabrikada 120'si Alman olmak üzere 170 işçi çalışıyordu.

1932'de adı “Kayseri Tayyare Fabrikası” oldu. O yıl, 41 uçak imal edildi. Bunlardan birini Atatürk İran'a hediye etti…

46 adet Gotha, 24 adet PZL-24A ve 24C, 24 adet Miles-Magister olmak üzere 1926-1941 yılları arasında yedi ayrı tipte 212 uçak üretildi.

Uçakların onarımı için 6 Ekim 1926'da Eskişehir'e de Tayyare Fabrikası kuruldu.

Gazi Paşa aramızdan ayrılır­ken Etimesgut Uçak Fabri­kası faaliyete başladı. Artık yerli uçağı ve yerli motoru yapıyorduk.

Sadece devlet değil…

24 Haziran 1923… Vecihi Hürkuş (1896-1969) ve arkadaşları Halkapınar Tayyare Atölyesi'nde “Veci­hi K-VI” adlı uçağın imalatı­na başladı.

28 Ocak 1925… Vecihi Hürkuş kendi yaptığı ilk Türk tipi uçağıyla test uçuşunu gerçekleştirdi. Beş yıl sonra ilk uçak fabrikasını kurdu. Bundan iki yıl sonra Türkiye'nin ilk sivil tayyare mektebini açtı.

10 Şubat 1937… Fran­sa'da eğitim görmüş uçak mühendisi Selahattin Alan, işadamı Nuri Demirağ ile anlaşarak Beşiktaş'ta uçak fabrikası kurdu. Ardından Gök Okulu açtılar.

Nu.D 36 eğitim ve Nu.D 38 yolcu uçağı tasarladılar, yaptılar. Ankara, İstanbul, Atina arasında yolcu taşıma­ya başladılar.

Fakat…

Dünya Savaşı'ndan sonra olanlar oldu:

ABD Dışişleri Bakanlığı petrol danışmanı M.W. Thornburg “Türkiye Nasıl Yükselir” raporunda şöyle dedi:

– “Türkiye'nin ağır sanayi kurmasına hiç gerek yoktur…”

– “Türkiye'de ne kadar uçak, maki­ne, motor vb. projeleri ve bunların imalatla­rı varsa derhal iptal olunmalıdır…”

Böylece…

Devlet fab­rikalarının kimi 1952'de MKE'ye devredildi kimi 1954'te traktör montaj fabrikası haline dönüştürüldü. Benzer şekilde
Özel sektör üretimleri de yok edildi.

Yurt dışına uçak sat­ması bile yasaklandı!

Türk Hava Kurumu siparişlerine son verdi. Arazileri istimlak edildi!

1947-1955 yılları arasında ABD'den 1905 uçak satın alındı!

Bunun 850 adedi ABD'nin II. Dünya Savaşı'n­da kullandığı F-84 idi! Yani ABD tüm hurda ve kullanılmış silahlarını yardım adı altında bize göndererek mevcut imalatımızı durdurdu. Üstelik yedek parça ve bakım hizmeti olarak devlet kasasından milyonlarca dolar para harcandı.

Benzer politika ulaştırma alanında da Atatürk zamanında demiryoluna yapılan yatırımlar durdurularak kara yoluna önem verildi. Böylece hem kara yolu araçları, bunların yedek parçası ve benzin hep ithal edilerek paramız dışarı gitti ve yabancılara bağımlı hale geldik.