19 Haziran 2025 Perşembe

"ELLİ LİRA İNSANI NASIL PERİŞAN EDER"


 "ELLİ LİRA İNSANI NASIL PERİŞAN EDER"

           (Gerçek alıntı )


Anlatayım da öğrenin; Yolda giderken önümde yürüyen kişiden  elli lira düştü.


Normalde bu tür durumlarda “paran düştü” diye uyarırım ama bu sefer şeytana uydum, parayı yerden alıp cebe attım.


Evde durumu hanıma anlattım.


O da “madem beleş para on lira daha kat da sinemaya gidelim” dedi.


Hafta sonunda sinemaya gitmeye karar verdik.


Hanım dedi ki “sen şimdi söz verirsin sonra cayarsın, internetten biletleri al da garanti olsun.”


İnternetten hizmet bedeli dahil 39 liraya patladı biletler.


Ben tamirat ustasıyım.


Yağlı bir müşterim “Cumartesi benim villaya gel, seninle biraz işimiz var” dedi.


Ben “Pazar olmaz mı ?” dedim “olmaz” dedi.


Sinema biletini Cumartesiye aldığımız için en az 1-2 bin liralık iş kaçtı.


Neyse sinema saati yaklaşınca eve kayınpeder ile kaynana damladı.


“Biz sinemaya gideceğiz” deyip savacaktım ki hanım, “biz sinemaya gidiyoruz, siz de gelin” demez mi?


Kaynana hazretleri metrobüsten hazzetmedikleri için sinemaya kadar sağlam bir taksi parası verdim.


Kışlık erzak depolar gibi de mısır patlağı aldılar sinema öncesinde.


Nasıl olsa damat ısmarlıyor.


50 lira buldu ya yolda !


Halbuki ben kurbandaki dana hissesine bile o mısır patlaklarına verdiğim kadar vermemiştim. Film arasında birer posta mısır daha aldık.


Kısacası o elli lira yüzünden epey batmıştım, ama daha cezam bitmemişti.


Sinema çıkışında benim eski tanıdıklardan birisi laf atmaz mı?


Yanımda eşim ve kayınpederler varken kadına ahlaksız muamelesi yaptım, tersledim.


Meğer kadının yanında erkek arkadaşı varmış.


Aniden bana kafa atmaz mı?


Kayın babam da nasılsa biz çokuz (2 erkeğe karşı 

1 erkek ) diye ona daldı.


Ama hesap hatası yaptı, çünkü arkadaş grubuyla gelmişler, bizi fena benzettiler.


Gece karakolda noktalandı.


Öpüştük barıştık sağlam bir kefaletle dışarı çıktık.


Ben kırılan burnum için ameliyat olmak zorunda kaldım.


Kolu kırılan kayınpederin ve arbedede düşüp çömleği kıran kaynanamın hastane masraflarını ödemem bile işe yaramadı, karım bana hala küs.


“ O nasıl bir kadındı da uğruna kavga ettin, halbuki benim için elini kaldırmazsın” diyor.


Geçenlerde biri simit parasının üstünü düşürdü.


Adam bozukluk diye umursamadı, yerden almaya yeltenmeyince adama; “Kendini düşünmüyorsan bu parayı bulacakları düşün, milletin başını belaya sokma, al şu parayı yerden” dedim.


Sen sen ol, alın teri ile kazanmadığın paraya asla elini bile uzatma…

16 Haziran 2025 Pazartesi

ATATÜRKE İFTİRA ATAN RIZA NUR ŞİZOFRENDİ


 ATATÜRK'E ATILAN İFTİRALARIN ÜRETİCİSİ  RIZA NUR ŞİZOFRENDİ,ANILARINDA KENDİ KİŞİLİĞİNİ DE ORTAYA KOYMUŞTUR,ABDULHAMİD'İ DE KARALAMIŞTIR...

Kendisi hakkında bile şu zırvaları yazmıştır.

Karımdan şu mektubu aldım: ‘Ben burada kendime bir hayat arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkân bırakmıyorum.’ Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı. Galiba bu işte M. Kemal’in ve İsmet’in (İnönü) de parmağı var.

(Karımın) ahlakı da bozuldu. Evdeki kızları benden gizli çırılçıplak soyuyor, dans ettiriyor.

Bir Rus doktor, zampara mı zampara; karının sözüne göre de bizim karıya da sataşmış.

Yataktan fırladım. Adam da derhal kaçtı. Baktım ki donum kesilmiş. Artık uyuyamadım.

Yaşlı adam tabancasını çekti ve bana: ‘(Donunu) çöz, yoksa öldürürüm’ dedi... Boğuşma başladı... Nihayet bayılıp kalmışım... Gözümü açtığım vakit yanımda kimse yoktu.

Bu çocuğu (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım... Görmesem aklımdan hiç çıkmıyor, görsem yüzüme bakmıyor, içimde heyecan duyuyordum... Anladım ki bu çocuğa âşık olmuşum... Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsel ilişki) demektir.

İran Halkı


 🦋İran Halkı, 

- Ordusunu askerlik temel görgü ve eğitiminden uzaklaştırmasının, 

- Liyakat esasını yerle bir etmenin, 

- Komutanlarının,  MOLLALARIN SOYTARISI  olmasının BEDELİNİ ÖDÜYOR, ödemeye devam edecek.


🦋Liyakatsiz orduların başına geleceklere bir örnek


🦋İçi boşaltılmış, 

- liyakatı yok edilmiş, 

- eğitim, 

- sağlık sistemleri çağdışı kalmış, 

- hamasi söylemler üzerinde yürüyen bir ordu görünümünde İran ordusu. 


🦋Daha önce İsrail tarafından öldürülen Kasım Süleyman örneğinde olduğu gibi 


🦋23 yaşından sonra, bilmem hangi lise mezunu birilerinin, 

- Sadece mollalara siyasî sadakati nedeniyle GENERAL OLDUĞU  orduların ve 

- Ülkelerin sonlarının ne olacağının ibretlik göstergesidir bugünkü İran’ın durumu.


🦋Her zaman söylüyorum bir orduyu yok etmek için üç şey yeterli:


🦋Siyaseti sokun orduya,


🦋Eğitim sistemini bozun,


🦋Sağlık sistemini yok edin.


🦋Dikkat ederseniz İsrail hedef olarak   BİLİM   ADAMLARINI  ASKERLERİ  seçti, 


🦋ne hikmetse molla rejiminden ve siyasetçi kimseyi hedef almadı. 

- Çünkü ..


🦋MOLLA  REJİMİNİN UYGULAMALARI  ve  İZLEDİĞİ SİYASETTEN 

- İsrail ziyadesi ile memnun."

             Sinan Meydan  Yazdı..

13 Haziran 2025 Cuma

YENİ DÜNYANIN ÖNEMLİ SORUNU: CAN SIKINTISI

 




Can sıkıntısı yeni dünyanın önemli problemlerinden biri belki de birincisidir. İnsanlığın Covid-19 dolayısıyla özgürlüklerinden alıkonularak yaşadığı bu hayat şartları için Dünya Sağlık örgütü ''ikinci dünya savaşından daha travmatik bir durum'' tespiti yaptı. Bu travmanın en önemli nedeni canı sıkılan insan psikolojisidir. Yapılan bir ankette insanlara pandemi boyunca hayatlarını en çok zora sokan şeyin ne olduğu sorulduğunda birinci sırada özgürlük, ikinci sırada can sıkıntısı olduğunu söylediler. Can sıkıntısını asla küçümsemeyin, uzun süreli olduğunda depresyona sebeb olabilecek sonuçlar verir.

   İnsanların eskiden telefonsuz, televizyonsuz,internetsiz. hatta elektriksiz nasıl vakit geçirdiklerini düşündüğümde çoğu zaman akla yatkın cevaplar bulamam. İlk akla gelen, yaşam mücadelelerini insanların sıkılmaları için zaman bırakmadığı düşüncesi olsada bana pek kabul edilebilir görünmez. Tam tersine eskiden insanların şimdiye göre çok daha fazla boş vakitleri vardı. En azından akşam karanlığında yapılabilecek çok fazla şey olmasa gerekti.

Peki ya hapishanede yaşam için gerekli olan ihtiyaçlar dışında her şeyden mahrum insanlar yıllarca can sıkıntısından nasıl patlamıyorlar? Bahçede volta atanlar aklıma gelir. Bunun dışında akşama kadar hiçbir şey yapmadan gün nasıl geçer? Yatağa mahkum hastaların durumu da pek farklı değil. Görüp de yapamamak belki de insanı daha fazla sıkar. Üstelik başkalarına verilen yük düşünüldüğünde ızdırap iki kat artar.

Asıl üzerinde durmak istediğim şey, ''Can sıkıntısının modernite ile olan ilişkisi nedir?'' Önce ''Canı sıkılmak'' derken ne anlıyoruz, önce bunu açıklığa kavuşturmam gerek. Çünkü Türkçede bu terimi kullanarak başka anlamlar yüklediğimiz durumlar var. Örneğin, ''Şu adam canımı çok sıkıyor,'' cümlesindeki ruh haliyle ''Canım sıkılıyor,'' cümlesindeki ruh hali çok farklıdır. İlk cümle birine kızgınlık ifade eder. Diğeri ise içine düştüğümüz boşluğu ifade eder. Peki, ''Canım çok sıkkın,'' derken ruh durumumuz nasıldır? Daha çok üzüntülü olduğumuz durumlarda kullandığımız ''Canım sıkkın,'' lafını bildiğimiz can sıkıntısından ayıran önemli farklar vardır. Benim ele almak istediğim birşey yapmamak ya da içinden gelmemek hali olan ''canı sıkılmak'' olacak. Canın sıkılma durumunu açıklamaya çalışan birçok düşünür olmuş. Bunlardan en akla yatkın olanı, yapabileceksen hiçbir şey yapmak istememe halidir.

     Can sıkıntısı durumu temelde yapacak birşey olmamasından çok yapılabilecek hiçbir şeyi  değerli bulmamaktan ileri gelir. Yani çoğu durumda can sıkıntısını insan kendi kendine yaratır. Çağımız insanı ve modern toplum düzeni insanın hayatını sorgulamasından kaçınmak için yeni heyecanlar yeni amaçlar edindirdi ve günümüz insanına adeta dayattığı tüketim toplumu bu heyecanlardan biridir. Yeni dünya düzeni insanları boynuna yem bağlanan at gibi koşturmak için teknolojiyi kullanır. Yeni model ıphone heyecanla beklenir.




Yılın yeni kıyafet modası ya da yeni araba modelleri takip edilir. Yaratılan bütün bu koşuşturma olmasa hayatın anlamı sorgulanır hale geleceğinden insanlar bugünkü çağımız dünyasında hayata tutunmakta zorlanır. Hale gelmiştir. Hiçbir işe yaramayan insanın yaşamına insanlık namına insanı değerler adına hiçbir değer atmayan bu tip boş beleş meşguliyetlerin olmaması, boynuna yem takılı yeme yetişmek için koşan atın boynundan yeminin alınması, atın durması demektir.
 
Bu koşturmaca bundan üç yüzyıl önce yoktu Bir yandan metaya ulaşılabilirliğin kolaylaşıp yaygınlaşması, diğer taraftan yeni üretim tarzının tüketimin körüklenmesine duyduğu gereksinim, insanların ihtiyaç listesindeki öncelikler önemli değişimlere neden oldu. Öncesinde, olmayan birşeyin hayali kurulamayacağı için hayaller de sınırlıydı. Ortalama insan için ne şimdinin kariyer hedefi ne de paraya dayalı talepleri vardı. Çünkü ne kariyer diye birşey vardı ne de tüketilecek lüks mallar. Heyecanlar daha çok yaşamaya yönelik bireysel ihtiyaçlara ilgiliydi. Can sıkıntısı daha çok Aristokrat sınıfa mahsus bir şeydi. Hatta canın sıkılması günün insanında bir ruh hastalığı belirtisi kabul edildiğinde pek dillendirilmezdi.

       Aydınlanma sonrası modernite bir yandan insanı kendi amacı doğrultusunda güdülerken diğer yandan insanı yücelterek ona üstün vasıflar yükledi. Daha öncesinde hiç olmayan hedefler edindik bu durum bize üç günlük dünya mantığını unutturdu hayatın bir oyun olduğunu dünyanın gelip geçici olduğunu unutturdu. İnsan tarih boyunca oyun ile hayatı ilişkilendirmiştir. Yarışmalar, ritüeller, müzik, dans hep  oyuna duyulan ihtiyaçtan doğmuştur. Oyun ile hayatın bağını koparırsanız bir taraftan yapmanız gereken bir sürü işiniz varken bile anlam boşluğuna düşer, sıkılırsınız. İşte yeni dünyada yaşanılan tam da budur. Ülkemizde kahvehaneler işi olmayan adamların can sıkıntılarını giderdikleri yerlerdir. Kahvehanede oyun oynamak canı sıkılan insanın panzehiridir.

    Can sıkıntısı  sorununun gelecekte daha da artması beklenir. Zira teknoloji giderek bizi evlere daha çok hapsediyor. Bu durumu rahat yaşamak adına biz hazırlamış olsak da geçmişe göre çok daha fazla ruhsal sorunlarla boğuşur durumdayız. İnsanın rahatına olan düşkünlüğü onu bir taraftan yalnızlaştırırken diğer taraftan da hayatı çekilmez ve sıkıcı hale getiriyor.



11 Haziran 2025 Çarşamba

ERDOĞAN HAPİS CEZASI ALDIĞINDA ESKİ TÜRKİYE VE BUGÜNKÜ TÜRKİYE

 

ERDOĞAN HAPİS CEZASI ALDIĞINDA BELEDİYE MECLİSİ YERİNE GEÇECEK KİŞİ İÇİN SEÇİM YAPACAKTI DİĞER PARTİLER HAKSIZLIK OLMASIN DİYE NEZAKETEN JEST YAPTILAR VE YERİNE  FAZİLET PARTİSİ ADAYI ALİ MÜFİT GÜRTUNA SEÇİLDİ...

Ali Müfit Gürtuna, 1998 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine, olağan seçimlerle değil, belediye meclisi oylamasıyla gelmişti. O dönemin İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Siirt’te bir konuşmasında okuduğu şiir nedeniyle mahkeme kararıyla görevden alınmış ve hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu gelişme, İstanbul’da siyasi bir belirsizlik yaratmıştı. Belediye Meclisi, yeni başkanı kendi içinden seçecekti. Böyle kritik bir dönemde, Müfit Gürtuna’nın adaylığı öne çıktı.

Normalde bu tür oylamalarda siyasi kutuplaşmalar etkili olurken, Gürtuna’nın seçilmesinde sadece kendi partisi olan Fazilet Partisi’nin değil, Meclis’teki ANAP, DYP ve CHP’den bazı üyelerin de destek vermesi dikkat çekiciydi. Bu destek, dönemin siyasetinde ender rastlanan bir uzlaşı ve siyasi nezaket örneği olarak tarihe geçti. Partiler, hizmetlerin aksamaması ve kamu düzeninin korunması için bir araya gelmiş, Gürtuna’nın başkan olmasını kolaylaştırmıştı.


8 Haziran 2025 Pazar

İYİ HİSSETMEK BİZİM ELİMİZDE

 Çevremize baktığımız zaman mutsuz insan örneği daha fazla. Bu nedenle sanki hayatın bütünü zaten kötü hissiyle davranıyoruz.  Biraz gökyüzüne baksak gökyüzünün daima bulutlu olmadığını, en az bulutlu olduğu kadar güneşli olduğunu fark edebilsek hayatımızda çok şey değişecektir.

     En büyük psikolojik etkileşim, iyi olayları hemen atlıyoruz, kötü olayları zihnimizde tutuyoruz.  Bu psikoloji o kadar yaygın ki evlenmemiş  ya da yeni evlenecek insanlar çocuk yapma konusunda endişe ve korku yaşıyorlar.  ''Bu kadar kötü bir dünyada çocuk yapmak onu yetiştirmek kolay değil'' diyerek sanki dünya sadece kötülüklerle donatılmış gibi kötü bir psikolojiye kapılıyorlar.

       Oysa dünya varolduğundan beri iyi ve kötü dengesi aynıdır. İnsan yaşadığı gibi olaylarla karşılaşır. İyi ve güzel  düşüncelerle yaşarsan güzel şeyler olur. Kötü düşüncelerle, kötü işlerle meşgul olursan kötü olaylar yaşarsın.

      Bir bar işleten insan, kavga ve olumsuzlukları daha fazla yaşar. Çünkü bara gelenlerin çoğunun kafasında bozuk bir köşe mutlaka vardır. Eşinden ayrılmıştır, ya arkadaşlarıyla arası iyi değildir, işten çıkarılmıştır vs.Bu mesleği yapıyorsan bazı olumsuzluklar her zaman olacaktır. Bir pastane işletiyorsan, sorun daha az olabiliyor. Ya da bir şirkette mesai saatleri belli olan bir görevdeysen hayatın daha düzenli ve programlıdır.

Mutsuz olmak için bir bahane uydurmayı bir alışkanlık ve saplantı haline getirmiyorsanız herşey daha güzel olur. ''Beni hiç kimse sevmiyor.  Kimse benim mutlu olmamı istemiyor. Arkadaşlarım benim başarılarımı kıskanıyor, kariyerimi engelliyor'' gibi binlerce bahane ile kendini mutsuz etme fabrikası değilseniz hayat güzeldir ve hayatın güzelliğini yaşamaya çalışın.

     Dünya kötüye gidiyor sözü muhtemelen ilk insandan beri söylenir. Aslında dünya hep aynı... İyisiyle kötüsüyle değişen birşey yok. Kötüye giden biziz. Biz büyüdükçe dünya daha kötüye gitmiyor, sadece büyüdükçe içimizdeki masum ve temiz çocuksu hayaller, düşler değişkenlik gösteriyor ve biz bu değişime uyum sağlayamıyoruz. Dolayısıyla hayattan keyif alan tarafımızı bir kenara bırakıyoruz. Onun farkına vardığımız zaman işler tam tersine dönecektir.

       Kötüye giden şeyleri sorgulayarak bulmak ve kendini değiştirmek harika bir başlangıç için yeterlidir. Tahrip edilmiş bir çocukluk devresi yaşayanlara mutlu olmayı öğretmek  çok zordur. Çocukluk çağında olumsuz ve olumlu olaylar derin izler bırakır ve bu izleri silmek pek kolay olmaz. Böyle insanların ruhuna mutlu olmanın yollarını enjekte etmenin tek yolu örnek olmaktır. Nasihat vererek değil, mutluluğun varolduğunu yaşayarak göstermek onların ruhunun iyileşmesini sağlar.

      İnsan, problem önüne çıktığı zaman iki şey yapar. Ya ah vah eder durur ya da '' Bunun bir çözümü olmalı, olan oldu ama yerimde oturmakla bu sorun çözülmez'' diyerek hemen işe koyulur ve mutlaka çözer.

Şayet ampulü bulan Edison, yaklaşık iki bin deneme yapmasaydı, inatla önündeki engelleri kaldırarak sabırla işine devam etmeseydi,  ampul yine bulunurdu belki ama elli ya da yüz yıl sonrasında ancak bulunacaktı.

   İnsanlar hep mutluluk vereni ararlar. Oysa insan hem huzur vericidir hem de alıcıdır. Hep başkalarının sizi mutlu etmesini beklerseniz  asla mutlu olamazsınız. Mutlu bir insansanız zaten o huzuru çevrenize de yayarsınız insanlar da sizin mutluluğunuz ve çevrenize yaydığınız pozitif enerji ile daha mutlu olabilir. Hayatınızda mutlu bir yaşam diliyorum. 

BİR ZAMANLAR TÜRKİYE

 


 BİR ZAMANLAR...  Kredi kartı nedir bilmezdik O yıllar O yüzden bakkala falan borç yazdırırdık. Bakkallar süpermarket olmadığı için haciz falan gelmezdi.


Öğretmenler saygı görürdü. Ana baba gelip höt zöt edemezdi...

Öğretmenlerden gizli sigara içmek cesaretti ama, okul önünde uyuşturucu satmak akla hayale bile gelmezdi!...


Komşunun çocuklarını istediğin gibi öper koklar oynardın.. Kimse "ulan çocuğu taciz mi edecek" diye seni kollamazdı.


Semtlere göre okul farkı yine vardı ama kimsenin anası babası "benim çocuğum onunla, bununla aynı sınıfta olamaz" diyemezdi.. Ayıptı, günahtı, gerçekten Allah’tan da kuldan da utanırdı insanlar.


* Sokaklar böyle boş ve ruhsuz değildi, herkes sokaklardaydı aksine kimse eve girmezdi, büyükler çay, kek, börek sohbete dalarken, çocuklar sokaklarda tipi tip, gazoz kapağı, misket, yakar top, çelik çomak, uzun eşşek, saklambaç oynar, gençler mahalle maçları yapardı.


* O zamanda televizyon vardı ama her evde bulunmazdı, siyah beyazdı herşey ama yaşamımız renkliydi. Böreğimizi, çekirdeğimizi alır Tv olan komşumuza sinemaya gider gibi giderdik.


* Herkesin televizyonu yoktu, filmler diziler kısıtlıydı ama bizim Teksas, Tommiks, Zagor, Mandreke gibi KOLLEKSİYONLARINI yaptığımız çizgi kahramanlarımız vardı.


* Ya komşuluk? Bayramlar da başkaydı, öyle seyahatler, tatil vs yoktu. Ayırım, ötekileştirme, öteleme yoktu. Gayrı müslim komşularımızla bayramlarımızı ve bayramlarını beraber kutlardık.


* Sabah evden çıkar akşama kadar sokakda oyun oynar, komşu evinden su içer, yemek yer yine oyuna koşardık. Şimdi iki çocuğum var bırakın sokakta oynatmayı kapımın önündeki bahçemizde bile tek başına bırakıp da oynatamıyoruz


* Aynen anlatıldığı gibi gelecek korkumuz yoktu. kin, nefret nedir bilmezdim. öteki, beriki bilmezdik evet eskiler çooooook güzeldi


* Acılarımızı paylaşırdık, ya bana birşey olursa diye bu kadar dertlenmezdik, birimizde cenaze olsa yasını bütün sokak tutardık.


* Sevmek öyle kolay değildi, aşk emek isterdi, yürek isterdi, öyle üç günlük aşklar yoktu, yıllarca içinden sever ama söylemeye korkardın, sevdin mi adam gibi severdin.


* Komsu kızları komsu erkek çocuklarına emanetti. Çocuklar oynarken gece 22.00 23.00' lere kadar anne baba bahçelerde komşularla oturur bizler oynardık ama hiç kimse kimseye kötü gözle bakmazdı.


* Sıkımı bir başka mahalledeki bir kimsenin çocuğu senin mahallende çapkınlık yapacak


* Komsu Ayse abla hadi yavrum bana 2 ekmek alıver dese, sorgulamadan, düşünmeden gidiyordun.


* İnsanlar insandı, adamlar adam, komşular komşu, hüzünler ve sevinçler ortaktı, yaşamda bir tat vardı.


Kısacası yaşamaktan da zevk alırdık, mücadele etmekten de ..

Her şey biraz daha farklıydı ...

Varlığını görgüsüzce sergilemek ayıptı. Yapanlara “sonradan görme” denir, çok ayıplanır, dalga geçilirdi.

Okulumuz eve yakındı, küçücük yaşta sabahın köründe servise binmek zorunda kalmaz, mahalleden birinin ablasıyla beraber yürüyerek okula gidebilirdik.

Komşuluklar da başkaydı. Herkesin birbirini tanıdığı ahşap evlerde yaşardık. Çoluk çocuk görüşür, birlikte yemekler yerdik. Akşam yemek yapan anne bir şeyin eksik olduğunu fark edince panik olmaz, komşudan hiç çekinmeden yumurta, limon, vs. isteyebilirdi.

Ağaç tepelerine, damlara tırmanırdık maymun gibi.

Taze ceviz yemekten ellerimiz kınalı gibi olurdu. Erikleri, kayısıları daha olmasını beklemeden yer, tadına doyamazdık. Eve alınan olmuş meyvelerin yüzüne bile bakmazdık.

Sokaklardan az araba geçerdi. Yolda yakar top, istop, ebecilik, en-dö-tura bir-iki-üç, ortada sıçan, hatta futbol bile oynardık. Rengarenk bilyelerimiz vardı... Misket oynar, koleksiyonu yapardık.

Girişimciydik. Arka bahçede tiyatro sahneye koyar, defile yapar, mahalle sakinlerine bilet keserdik. Eski Teksas, Tommiks kitaplarımızı satardık.


“Organik mi?” diye sorulmazdı. Organik olmayan bir şey yoktu ki eskiden!


Zamanın çocuklarının hiç de arayacakları bir yaşam tarzı olmamasına rağmen, o günleri yaşayanların özlememesi mümkün değil.

1 Haziran 2025 Pazar

ERKEN KALKMANIN İNSAN YAŞAMINDA ÖNEMİ


Kendini iyi hissetmenin en önemli sıralarından biri güne erken başlamaktır. Güne erken başlamak çok eskilere dayanan bir yaşam felsefesidir.


 Ünlü matematikçi ve felsefeci pisagor yaklaşık 23 yıl mısırda kalmış. Felsefe eğitimini Mısırda tamamladıktan sonra İtalya'ya geçmiş ve orada bir okul açmış. 

Okula öğrenci kabul etmeden önce bir teste tabi tutuyor ve sonra okula kabul ediyor. Seçkin öğrencilerden oluşan okulun öğrencileri Pisagor'un kurallarına harfiyen uymak zorundaydılar. 

Pisagorun kurallarının birincisi ve en önemlisi güneş doğmadan uyanmaktı. Uyandıktan sonra güneşe doğru dua etmek ve güneş doğana kadar beklemekti. 

Sonrasında güneş doğduktan sonra öğrencileriyle tarlaya çalışmaya giderlerdi. Tarlada bir süre çalıştıktan sonra kahvaltı yaparlardı. Güneş batana kadar ders verirdi. Güneş batarken yine dua seansı yapar ve sonra öğrencilerine dinlemeleri için izin verilirdi. 

    Kızılderililerde güneş doğarken yatan erkeklerle hiçbir kız evlenmedi. kendi geleneklerine göre çok utanılacak bir davranış olarak görülürdü. Geç kalkan kadınlarla komşuları konuşmazlardı ve sabahları erken kalktıklarını görünce tekrar onunla komşuluk yaparlardı. Günün doğuşunu ayakta karşılamanın bereket ve bolluk getireceğine inanırlardı. 

    Gerçekten güne erken başlamak birçok başarıyı ve bereketi birlikte getiriyor. Bilim adamlarına göre erken kalkmanın sağlıklı yaşama büyük katkısı olduğunu söylerler. Erken kalkmak modern hayatta bugün bir kabus haline geldi, insanların verimliliği iş ve sağlığını tehdit eder hale geldi. Kariyer sahibi olmanın sıralarında biride erken kalkmak ve yeni güne hazırlık yapmaktır. Erken kalkarak yapmanız gerekenleri zamanında yapar işe gitmek için hazırlanabilirsiniz. Ayrıca işe gecikme riskide ortadan kalkmış olur. Rahat bir banyo, güzel bir kahvaltı, giymek istediğiniz kıyafetleri acele etmeden seçerek giyinebiliriz. En önemlisi de güzel bir kahvaltı hazırlarsınız

   Erken kalkma konusunda Dalai Lama şöyle der:  Bugün uyandığım için şanslıyım, hayattayım değerli bir yaşamım var ve bunu boşa harcamayacağım. Bütün enerjimi kendimi geliştirmek, kalbimi başkalarına ulaştırmak ve tüm varlıkların iyiliği için aydınlığa kavuşmak adına kullanacağım. Başkalarına karşı güzel düşünceler besleyeceğim, onlara elimden geldiğince yardım edeceğim

Ne kadar probleminiz olursa olsun erken kalkmayı bir yaşam tarzı haline getirin. Ne mi değişecek? Çook şey değişecek. Öncelikle içinizdeki sıkıntı azalacak. Yeni bir günün bereketi üzerinize sinecek, sabahın taze oksijeninden nasibimizi alıp keyifle yeni güne başlayacaksınız. Hayat yeni şeylerle zevkli hale gelir. Yeni olan herşey insanın yaşamına renk katar. 




31 Mayıs 2025 Cumartesi

İNSAN OLMAYI BAŞARANLAR, KENDİNİ HER ZAMAN İYİ HİSSEDER

 İnsan olmayı başarabildim mi diye kendinize soruyorsanız gelin bir ölçüye başvuralım, sonra kendinizi değerlendirin.

İnsan olmanın ilk şartı olduğun gibi doğal haliyle yaşamaktır. Toplum içindeki davranışlarınızla yalnız olduğunuz zamanki davranışlarınız birbiriyle çelişmiyorsa gerçekten insan olmayı başarmışsınızdır.

Yalnız başına olduğunuzda  nasıl olsa yanımda kimse yok diyerek insana yakışmayan saçmalıklar yapmıyorsanız ve bana yakışmaz diyorsanız, kişiliğiniz yerine oturmuş, kendinize hâkim bir insansınız.

Karekter ve prensip sahibi bir kişilik toplum içinde kendine yakıştırmadığını yalnız başınayken de yapmaz. Bir alışveriş merkezinde burnunuzu silerken mendil kullanıyorsanız veya yere tükürmüyorsanız yalnız olduğunuzda da yapmamalısınız.

     Caddede yürürken yere çöp atmanın hiç de iyi bir düşünce olmadığını kabul ediyorsanız, deniz kenarında, bir arazide, dağ başında yalnızken de yapmamalısınız.

   Köpeğinizi parkda gezdirirken onu ne kadar sevdiğinizi belli edip evde hayvana kötü davranıyorsanız bunun insanı olmak ile ilgisi yoktur. Çünkü içimizdeki şiddeti ve sapkın duyguları henüz ıslah etmemişiz demektir. Sapkınlıkları ve şiddeti yok etmeden insan olmak mümkün değil.

  İnsan olmak ile ilgili ünlü sufilerden Rumi'nin  meşhur sözü aklıma geldi:  ''Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!''  Bu harika bir sözdür insan olmanın tanımı bu olsa gerek.

    İyi bir insan kalbiyle iyi olduğunu gösterir. İnsan kalbi her zaman herşeye sevgiyle yaklaşır. Bu nedenle hepimiz kalbimiz kadar insanız. Kalbimizin kaptanlığını yaptığı yaşamı seçerek herşeye yolunda demektir. İyilik yapmak, yaşlılara saygı göstermek, hayvanları sevmek, korumak ve onlara yardım etmek insanlık ölçüleridir.

Hayvanları sevmeyenler insanları da sevmezler. İnsanları seven hataları görmez          hoş görülü olur.

İç sıkıntısı yoktur, iç dünyası renklidir, neşelidir. Kendisiyle barışıktır. Yüzü daima tebessüm dolu olur. İyi olan her şeyi över, hakkını verir. Herkesin iyi birer insan olmasını ister, bunun için çalışır.

Mutlu olanların sevinçlerini paylaşır, onlarla mutlu olur. Bütün bu saydıklarımız kalbiyle yaşamayı becerebilen insanlardır.

Kendisi ile küs olan insanların ruh hali, fikirleri, hayalleri de simsiyah bulutlarla kaplıdır.

Kalbinde iyi şeyler olmayan birine güneşin,ayın,yıldızların güzelliğinden bahsetseniz, o yine hata bulur. Ne güneşi ne de yıldızları beğenir. Çünkü kalbi kararmış kalbinde tek bir iyiliğe yer yoktur. Çünkü severek insan olunacağını henüz keşfetmemiştir.

  Aristo 18 yaşlarında iken Mısır'a gittiğinde ilk olarak sevgi eğitimiyle işe başlamıştır. Mısırdaki filozoflarla sevgi üzerine konuşurken  kendini bu meselede eksik görmüş. Hocasına sevgi üzerine bir çalışma yapmak istediğini söylemiş. Hocası hemen  bir tabak kum ve kumun üzerinde bir pirinç olduğu halde tabağı uzatmış. Üç ay sabahtan akşama kadar kumun üzerindeki pirinçten gözünü ayırmamasını söylemiş. Önceleri tuhafına gitmiş. Sabahtan akşama kadar tabak önünde ve kumları üzerinde pirinç tanesini seyredermiş. Üç ay sonra kum dolu tabak elinden alınmış ve ona ne hissettiği sorulmuş.

      ''Odaklanmak'' demiş.       ''Bir tek şeye odaklanmak  ona karşı ilgiyi artırır, bu ilgi zamanla sevgiye dönüşür.''

Hocası '' Tamam, artık diğer konulara geçebilirsin. Hayat ile ilgili her ne söylersen pirinç

tanesi gözünün önüne gelecek ve pirinç tanesine olan özlemin ne kadarsa yorumların da o kadar güzel olacak'' diye ilk dersini vermeye başlamış.

İnsan hayata ve hayatın özü olan insana, insanın en önemli yeri olan kalbine odaklanırsa  dünyada kendini iyi hisseden insan oluverir.

      

 

28 Mayıs 2025 Çarşamba

KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK GİDECEKSİNİZ


 Hesabını kapatmaya çalıştın, tüm hesaplar İmamoğlu’nun oldu. Korkunun ecele faydası yok, gideceksin!


Milletin iradesine pranga vurmak isteyenler, sandığın gücünü yok sayanlar, bugün yine aynı pervasızlıkla harekete geçti. Ekrem İmamoğlu'na karşı yürütülen haksız, hukuksuz ve siyasi hesaplarla örülü kampanyaların bir tek amacı var: Halkın sesini susturmak. Ama ne yaparsanız yapın, halkın iradesini yenemezsiniz.


İmamoğlu’na yapılan sadece bir kişiye değil, tüm İstanbullulara yapılan bir haksızlıktır. Seçimle gelen, milletten yetki alan birini türlü oyunlarla yıpratmak; adaletle, demokrasiyle, vicdanla bağdaşmaz. Bu ülke, adaletsizlik karşısında susanların değil, adalet için ayağa kalkanların omuzlarında yükselecektir.


İstanbul’un kaderi saray entrikalarıyla değil, halkın sandıkta verdiği kararlarla belirlenir. İmamoğlu halkın adamıdır, milletin sesidir. Onu susturamayacaksınız, yolundan çeviremeyeceksiniz. Çünkü haklı olanın gücü, hiçbir kumpasa benzemez.


Ve unutmayın:


Ekrem olmaz Mansur olur, Mansur olmaz Özgür olur, Özgür olmaz Müsavat olur, Müsavat olmaz Muharrem olur, Muharrem olmaz Ümit olur, Ümit olmaz Ahmet olur, Mehmet olur…


Ama elinde sonunda o sandık gelecek, gideceksin.


Bu sadece bir isim meselesi değil. Bu, halkın geleceğini geri alma meselesidir. Ve halk o geleceği geri alacak.

KİM DEMİŞ TÜRKLER APTAL DİYE


 


Yanımda gördüğünüz 81 yaşındaki adamın ilginç bir özelliği var. Kendisi dünyanın en mütevazı insanı. Onu ilginç kılan aslında bu özelliği değil, "Dünya" için önemli bir işi gerçekleştirmiş olması. 

Tarihler 20 Temmuz 1969'u gösterdiğinde 1,5 milyar insan televizyonlarına odaklanmış Neil Armstrong'un Ay'da yürüyecek olmasını heyecanla bekliyordu. Armstrong’un "Benim için küçük ama insanlık adına büyük bir adım" diyerek nitelendirdiği bu yürüyüşün ardında bu yanımdaki beyefendi vardı. Nasıl mı?

Kendisi de o an TV başındaydı. Tullahoma'da bir evde. Yanında da bir düzine bilim insanı. Spiker o an beklenmedik bir haber verdi "Astronot Armstrong'un bilgisayarı bozuldu, Ay'a iniş yapamayacak!" Bu ana şahitlik edenler üzüntü verici bu haberi alınca büyük bir hüsrana uğradı. Elbette Tullahoma'da bu evdeki bilim insanları da sukutuhayal içindeydi. Sonra içlerinden biri "Telaşa gerek yok, Neil modülü Ay'a indirebilir. Bilgisayarın bozulma ihtimaline karşı, manuel olarak indirebilmek için üzerinde 1,5 yıl çalıştı" dedi. 


Bu cümle üzerine şaşkınlığa uğrayan bilim insanları "Sen nereden biliyorsun be Türk?" deyince yanımda bulunan ve o vakit 32 yaşında olan bu bey "Ben Arsev Eraslan, NASA'da Apollo 11 Projesinde yazılım ayağında çalışıyorum" dedi. 

Evet yanımdaki bu adamın tahmini doğru çıkmıştı, Armstrong bilgisayarın bozulması üzerine manuel olarak modülü Ay'a indirmişti. 1,5 milyar insan izlemiş, insanoğlunun Ay'a ayak basmasından ötürü gururlanmıştı. Eraslan'ın NASA'daki görevi ise modülün Dünya'ya dönüşü yani “re-entry” yazılımlarını gerçekleştirmekti. Yanında da üç öğrencisi vardı. "Yazılımları biz yaptık" diye anlatırken konuşmanın bir yerinde "hem yazılım yapıyorum hem de o üç öğrenciye iş öğretmeye çalışıyorum" dedi. Ağzından bir şey kaçırmıştı sanki… Durdum. "Nasıl yani öğrencileriniz yazılım bilmiyor muydu?" diye sordum, mütevazı bir şekilde "yazılımların hepsini ben yaptım" diye utanarak yanıtladı sorumu. 

Evet, bu bey Armstorng, Collins ve Aldrin'in Dünya'ya sağ salim dönmesi için gerekli yazılımları gerçekleştirdi. Yani Eraslan’ın yaptığı yazılımlar olmasaydı o modül Dünya'ya inemeyecekti. 

Başka ne mi yaptı? ABD’deki tüm nükleer santrallerin çevreye olan etkisini minimuma indirmek için yazılım geliştirdi, Ay’da kristallerden mücevher yetiştirmek için yazılım geliştirdi, suçluyu yüzünden tanıyan dünyadaki ilk 3D Yüz Tanımlama Teknolojisini geliştirdi. Bu yazılımla 1999 senesinde ABD’de ödül kazandı. Yani günümüzde kullanılan yüz tanımlama ilk kez bir Türk’ün yani bu yanımdaki beyefendinin geliştirdiği teknoloji ile hayat buldu. Uzun süre NASA’da bilim insanı olarak görev aldı, ABD’deki birçok üniversitede profesör olarak öğrencileri ve NASA personelini eğitti.

Peki nereden merak sardı buna? Babasının kitaplarından! Uçak teknolojisi ve havacılıkla ilgiliydi bu kitaplar. İçinde ABD’nin Japonya’yı bombaladığı uçağın fotoğrafını gördü ve maketini yaptı. Henüz ilk okuldaydı ve model uçak yapıyor, kitaptaki gibi aynı şekilde boyuyor, pervanelerini takıyordu. O kadar çok model uçak yapmıştı ki evin bir odası dolup taşmıştı. 

İşte o kitapla başladı her şey. Babası Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk uçak mühendisi Necdet Eraslan’dı. Atatürk, Necdet Eraslan’ı Fransa’ya gönderdi ve Paris’te 1928’da Ecole Nationale Superieure de L’Aeronautique’te havacılık ve uçak mühendisliği öğrenimi gördü. Sonrasında ABD’ye 1937’de Türkiye için satın alınacak uçakların temini için bizzat Atatürk tarafından gönderildi. Sonra ne mi oldu? Necdet Eraslan, Türkiye’deki ilk dizel motoru icat etti. Su türbinleri yaparak elektrik üretti. ‘Karman Line’ yani dünya ile uzayın birleştiği çizgiyi ortaya çıkaran dünyaca ünlü bilim insanı Theodore von Kármán’ın “Gel ABD’de kal sana profesörlük verelim” teklifini “Atatürk’ün ülkesinde yapmam gereken işler var” diyerek reddetti. İstanbul Teknik ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nde profesör olarak çalıştı.

1963’te ABD’ye profesör olarak gitti Necdet Eraslan. Louisiana State University Makine – Uzay Havacılığı bölümünde profesörlük yaptı. Bir yandan da NASA’daki görevlilere ders verdi. Bu öğrencilerin hepsi Apollo 11 projesinde çalıştı. Yani baba Necdet Eraslan da Ay’a gidilmesi için dolaylı olarak katkı sağladı. 24 adet kitap yazdı, motor ateşlemesi konusunda büyük çabalar kat etti, TÜBİTAK’ın kurulmasının fikir babası oldu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk uçak mühendisi olarak tarihe geçti. 

Bu baba oğul Atatürk’ün izinde bilimi geliştirerek Ay’da yürünmesini sağladı. Bu Türkleri biliyor muyduk? Maalesef hayır. Benim Yazar Tolga Aydoğan olarak görevim Atatürk’ün izinde giden bu insanları ortaya çıkarmaktır. 

Bu bağlamda Atatürk’ün İzindekiler isimli kitabımda kısa da olsa yer verdiğim bu baba-oğulun hikayesini ayrı bir kitap olarak yayımlayacağım. Onlar bilimin ışığında, Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde bu ülke ve insanlık adına önemli işlere imza attılar. 

Onların ortak noktası Atatürk’tü ve O’nun aydınlattığı yoldu. Gittikleri yol ise O’nun iziydi.

O izi takip eden birileri daha vardı. Nasıl mı? ABD Başkanı Nixon’un özel uçağı 20 Ekim 

1969 saat 11.55’te Ankara Esenboğa Havalimanı’na iniş yapar. Bu uçaktan inen kişiler Ankara caddelerinde üstü açık bir Cadillac ile geçerler ve kendilerini bekleyen Ankaralıları selamlarlar. Bu heyet, büyük saygı duydukları birini görmeye gelmiştir. Saygı duruşunda bulunup çelenk bırakırlar. Saygı duydukları bu kişi 1930’ların başında Eskişehir’de ‘Çok değil yüz yıla kalmaz insanoğlu Ay’a gidecektir’ sözünün sahibidir. Heyetin gittiği yer Anıtkabir, saygı duruşunda bulundukları kişi ise Mustafa Kemal 

Atatürk’ten başkası değildir. 

Bu arada Atatürk’ü ziyaret eden bu kişiler 

kim diye soracak olursanız; Apollo11 projesiyle Ay’a giden üç kişilik mürettebat; Neil A. Armstrong, Michael Collins ve Edwin E. Aldrin’dir. 


Tolga AYDOĞAN

27 Mayıs 2025 Salı

Rumelili halk kahramanı eşkiya Debreli Hasan'ın hikâyesi

 




Debreli Hasan, Drama’da yetişmiş. Debreli namıyla mübadele öncesi donemde Drama-Serez-Sarisabanbölgelerinde faaliyet göstermiş bir halk kahramanı eşkıyadır.


Drama köprüsünü,o devrin haksızlıkla para kazanan halkı ezen zenginlerinden aldığı haraçla yaptırmıştır. Debreli Hasan’ın yaşadığı,donem kesinlikle bilinmemekle beraber Cakircali Efe ile çağdaş olduğu görüşleri,hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1870-1920 yılları arasında Makedonya dağlarında egemen olduğunu göstermektedir. Bu konuda halk arasında söylenen menkıbeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için İzmir’e gidecektir.”Eğer bu civar dağlarda hükümran olan Debreli’den geçsen, Ege dağlarında Cakircali’dan geçemezsin. “denir, kendisine. Nitekim de öyle olur.


Debreli’nin çetesinde pek çok kişi yoktur. Bilinen Kara kedi namıyla bir tek kızanı olduğudur. Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en ustun tarafı ise fakirlere yardim etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir. Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır. “Evlenmek niyetinde olan dağlı bir genç,tek danasını almış, İskece pazarına inmektedir. Yolu, Debreli Hasan tarafından kesilir. Delikanlının evlenmek için parası olmadığını anlayanca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve ayrıca danasını satmamasını salık verip uğurlar.”


Makedon dağlarının Debreli’si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve Türkiye’ye göç eder.


Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasana.


Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez

Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin


Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın

Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin


Drama köprüsü Hasan dardır daracık

Çok istemem Yanko Corbaci bin beş yüz liracık

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin


Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin

Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.


Kaynak:

Öyküsüyle Türküsüyle

Batı Trakya Türküleri


Eşkıya Debreli Hasan?


Asil bir insan olarak Makedonya Vilayeti’nin Kayılar Kazası’nın Debre Köyü’nde doğmuştur. Eşkıya olması da, bir halk adamı olan Debre’li Hasan’ın dağa çıkması şöyledir: Askerdeyken kendisine hakaret edenYüzbaşısını vurup, dağlara kaçarak Drama civarında eşkıyalık yapmaya başlamış, bu sırada halkın sevgisini de kazanmıştır. Hasan’ın ölümü üzerine onu öven “Drama Köprüsü” türküsü yakılmış; günümüze kadar bazı sözleri değişikliğe uğrasa da, hep söylenegelmiştir.


Gayrimüslimleri soyar, fakir Türklere dağıtır, bekârları da evlendirirmiş. Bacısı, Erdemuş’taki İbrahim Beylere gelin gitmiş; zaman zaman jandarmadan kaçak olarak Drama’dan Kayılara, akrabalarına, bacısı Esma’ya ziyarete gelir, oralarda saklanırmış Yaptıklarına çok pişman olmuştur, ama çare yoktur. Artık geri dönülmez yola girmiş, her yerde aranmaktadır…


Yakın köylerden bir kızla nişanlanmış, eşkıya olunca; “Bu kızcağıza benim yüzümden kötülük ederler” düşüncesiyle nişanı bozmuş, kızı da, başka bir kısmetiyle evlenmeye zorlamıştır. Kalbi kırık kızın düğününde gizlice köye gelip, geline 7 tane “beşibiryerde” ve bilezikler takmış, böylece kızın gönlünü almıştır.


Debreli Hasan’ın kesin doğum ve ölüm tarihleri, nasıl öldüğü, mezarının nerede olduğu çok tarihçi ve müzisyen tarafından araştırılmasına rağmen, sağlıklı ve belgeli bilgilere bir türlü ulaşılamamıştır.


Bunda, biz Türklerin kabahati büyüktür! Çünkü bizde “Arşiv Tutma, Belge Saklama” kültürü bir türlü gelişemedi. Böyle namlı ve özel insanların Rumeli’deki yaşayanları da, güzel Anadolu’muzda yaşayanları da; kendileriyle birlikte ölüp, unutulup gitmiş, geride belgeler bırakılmadığı için çok yazık olmuştur! Bir Rum müzisyenin kayıtları olmasa, bu güzel türkünün sözleri de bugünlere gelmeyecekti belki, kim bilir?


Orta Asya’dan çıkan ve dünyaya yayılan atalarımızın zapt ettiği yaşadığı toprakları, çektikleri sıkıntıları anlatan bu türküleri ne unutalım, ne de unutturalım! Dünyada varoluş sebebimiz işte bunlardır, kıymetlerini bilelim…


Alıntı.

Menderes neden idam edildi…❓


 

📍BİRDE BUNLARI OKUYUN
Menderes neden idam edildi…❓
📌Adnan Menderes İmralı Adası’nda 17 Eylül 1961’de sağlık muayenesini yapan doktor heyetinden sağlam raporu alındıktan sonra öğlen 13:21’de idam edildi.
Adnan Menderes neyle suçlanmıştı?
1- Örtülü ödenek paralarını zimmetine geçirmek,
2- 6-7 Eylül Olayları’na önceden haberi olduğu halde müdahale etmemek,( Azınlıkları tasfiye hareketi)
3- Kanuna aykırı olarak üniversite basmak ve halka ateş açtırtmak,
4- Bazı muhalefet milletvekillerinin ve muhalefet liderinin seyahat özgürlüğünü kısıtlamak,
5- Devlet radyosunu siyasi çıkarları için kullanmak,
6- Halkı Demokrat İzmir gazetesinin matbaasını tahrip etmeye teşvik etmek
7- Kırşehir’i (DP’ye oy vermediği için) haksız olarak ilçe yapmak,
8- Yargı bağımsızlığının ihlal etmek,
9- Tahkikat Komisyonu’nun kurulup olağanüstü yetkilerle donatmak,
10- CHP’nin mallarına “haksız” yere el koydurmak, gibi nedenler.
11- Başbakanlık istirahat odasında fuhuş (ZİNA) yapıp, Ayhan Aydan’a çocuk doğurtup, o çocuğu yok etmek..
+Evli kadınlarla olan Çapkınlıkları ve dedikoduları ayyuka çıkmıştır.
———
Peki bunlar idam cezası için yeterli mi? Bence hiçbir suçun cezası idam olamaz, idama tamamen karşıyım.
Fakat Menderes de idama karşı mıydı?
Elbette değil, 1951-1960 yılları arasında Menderes 43 kişinin idam kararına imza attı ve hepsi idam edildi.
İdamların en dramatik olanı ise, 14 Nisan 1955’te casusluk suçundan idam edilen Hayati Karaşahin’di. İnfazı, Ankara/ Samanpazarı’nda halka açık olarak yapıldı. Suçu neydi? Rusya için casusluk yapmak.
Menderes’in başka suçları yok muydu? Aslında Menderes’in suçları mahkemelerde gündeme gelmeyenlerdi.
ABD’nin tepkisinden çekinen Gürsel hükümeti aşağıdakileri hiç gündeme getirmedi.
1- 1951 yılında Menderes hükümeti Kore Savaşı’na (Yurt dışına asker göndermek ve/veya herhangi bir ülkeye savaş açmak onun görevi olmasına karşın, TBMM’den izin almadan) Amerika için asker gönderdi.Amerikan çıkarları için bine yakın vatan evladı Kore’de yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı.
2- 1952’de (ABD ve)NATO’nun isteği üzerine komünizme karşı gayri-nizamı harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kurdu.
3- 1954 yılında Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi.
4- Tek parti döneminde kurulan bazı traktör ve basma fabrikaları Menderes döneminde özelleştirildi veya ekonomik olmadıkları için kapatıldı. Nuri Demirağ tarafından kurulduktan sonra İsmet İnönü tarafından devletleştirme kapsamına alınan uçak ve uçak motoru fabrikaları, Eskişehir tank fabrikası ve Kırıkkale silah fabrikası Menderes döneminde NATO standartlarına uymadıkları gerekçisiyle kapattı.
5- Cezayir kurtuluş savaşı sırasında Fransa’yı destekledi
6- 1954-1958 yılları arasında 238 gazeteci iktidara karşı yazılar yazmak suçundan mahkûm ettirdi.
7- “Tahkikat Komisyonu”nu kurdu. 15 DP milletvekilinden oluşan komisyon hem suçlama hem de yargılama hakkına sahipti. Komisyon 5 kişiden fazla yan yana yürümeyi bile yasakladı.
8- TBMM’yi kuran heyetin içindeki Ulusal Kahraman İsmet İnönü’ye 12 oturum meclisten men cezası verildi.
9- Turan Emeksiz hükümete karşı İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen bir protesto mitinginde polisin açtığı ateş sonucu öldü. Hüseyin Onur ise sol bacağı kesilerek kurtarıldı.
10- Hukuk’un üstünlüğünü savunan Yargıtay Başkanı Bedri Köker,Yargıtay Başsavcısı Rifat Alabay, Yargıtay 2. Başkanlarından Haydar Yücekök, Yargıtay Üyeleri Melahat Ruacan, Kamil Çoşkunoğlu, Faik Uras ve İlhan Dizdaroğlu ‘görülen lüzum üzerine emekliye sevk edildiler.
Aslında Menderes hükümeti, ordu darbe yapacak gerekçesiyle daha 6 Haziran 1950’de, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nafiz Gürman olmak üzere bütün üst komuta kademesi dahil olmak üzere 15 general ve 150 albayı re’sen emekliye sevk etmişti.
1950-1960 DP hükümetinin kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalıştım.
Nazım Hikmet’tin bir şiiri ile yazımı tamamlıyorum. O şiirde belki Menderes’in niçin idam edildiğini de bulabilirsiniz…
D İ Y E T
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
iki hayın,
ve zeytini yağlı iki gözünüzle
Bakarsınız kürsüden Meclis’e kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in,
ve bütün kaygınız iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yok’um.
Beni, Üniversiteli yedek subayı, Kore’de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan ve ben al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum,
alacağım da…
25 Haziran 1959